Dolmuşun en arkasından seslendi ihtiyar.
“Osman’ın köşede bırak!”
…
Bir adam, bir adamı ne zaman unutur?
Ben çoktan unutmuşum Osman’ı. Üzerinden asır geçmiş, arkasından yeni bir dünya kurulmuş sanki. Halbuki unutulacak adam mıydı Osman?
Mavi gömleğini giyip şöyle yol kenarına geçti mi, ondan fiyakalısı olmazdı bu memlekette. Kara kuru bir herifti aslında. Simsiyah saçlarını eliyle yana doğru yatırmasa, kumaş pantolonu altına çektiği ayakkabılarını her daim parlak tutmasa, öyle kısık kısık bakmasa belki çirkin bile sayılırdı.
Simsarlık yapardı Osman. Gece gündüz ana yolun kenarında durur, gelip geçen otobüslere yolcu indirip bindirirdi. O vakitler henüz ilçede otogar yoktu tabii. O yüzden yakına, uzağa, gurbete gidecek kim varsa onun tezgahından mutlaka geçerdi.
Kendine göre bir mekânı bile vardı. Yaz kış açık duran pazarcı şemsiyesinin altında yer tutar, kaldırımda sallanıp duran iskemlesine oturur, gözlerini her daim dikkatle yola dikerdi. Otobüs gördü mü hemen ayaklanırdı. Gerekirse durdurur, varsa yolcuyu bindirir, karşılığında şoförden aldığı üç beş kuruşla da ekmek parasını çıkarırdı.
Yanına vardınız mı kaşlarını kaldırıp ve tek soru sorardı adama:
“Nereye?..”
Siz gitmek istediğiniz yeri söyleyince Seiko beş saatine bakıp beklemeniz gereken vakti aşağı yukarı tahmin ederdi.
Kolay değil…
Yoldan geçen bütün otobüslerin gelişini dakika dakika bilirdi. Dahası plakasını, şoförünü, muavini hepsini tutardı hatırında. Bir çırpıda; belki de hiç gitmediği, bir tek adını bildiği nice uzaklara kaç saatte varılacağını hesap ederdi.
Ne zaman uyur ne zaman yer içerdi, Allah bilir. Arada bir karşıdaki kahveden çay söyleyip şemsiyenin altında keyifle höpürdettiğine şahidim, o kadar. Peşine bir de cigara tellendirdiği o vakitlerde bile gözünü yoldan pek ayırmazdı.
Gel zaman git zaman değişti işler. Nihayet bir otogar kondurdular memlekete. Otobüsler peronlara girip çıkmaya başladı. İşini sağlama alan yolcular da bilet alıp yolculuk etmeye alıştı zamanla. Osman, işlerin seyrelmeye başladığını görünce ufacık bir camekan koydu şemsiyenin altına. İçini simit, poğaça ile doldurup akşama kadar bir yandan yolcu bekleyip bir yandan onları satmaya çalıştı. Esasen pek benimsemedi bunu; fakat onca vakit beklemeye bir bahane bulmuştu kendisine.
Tam bir düzen kurmuştu ki bu sefer senelerdir mesken tuttuğu köşenin hemen arkasında; eski, üç katlı bir binayı yıkmaya başladılar. Müteahhit moloz yığınlarını çevreleyen çinkoyu öyle bir yere çaktırdı ki Osman bir sabah daha fazla dayanamadı. Şemsiyesini söktü yerinden, camekanı kucakladı ve yirmi adım öteye taşıdı hepsini. Üzerinden çok geçmedi. Bu sefer karayolları, yolu genişletmeye niyetlendi. İş yine Osman’ın başına patladı tabii. Beş on adım daha çekildi geriye doğru.
Eski ev yıkıldı sonra. Tam köşeye; sarı renkli, kocaman bir apartman diktiler onun yerine. İyice gözden ırak oldu Osman. Dolmuşçulara, taksicilere gün doğdu böylece. İlçenin her yanından otogara, elli beş ekran televizyonlarında durmadan halay çekilen yazıhanelere yolcu taşıyıp durdular. Gurbetçiler, öğrenciler, askerler… Bir zamanlar Osman’ın yanına sıralanan herkes silinip gitti yol kenarlarından.
Osman da silinip gitti tabii. Önce kendi, sonra da ismi unutuldu memlekette.
…
Dolmuşçu pek işitmişe benzemiyordu. Bu sefer ihtiyar azarlar gibi yükseltti sesini.
“Osman’ın köşede bırak!”
Araba birden sarsıldı. Şoför sıkıca tuttuğu direksiyona asılırken kafasını sallayıp söylendi.
“Ahh… Osman mı kaldı dayı?”
Hakkı var şoförün!
Osman mı kaldı artık.
FARUK YILDIZ