HÜZZAM
Yaşar, lodosların uğuldadığı o gece Saray Gazinosu’nun merdivenlerini adımlarken ruhunu yine aynı çaresizliğe teslim etmişti. Hep böyle kalacaktı o. Ve böylece ölecekti. Zaten ellisinden sonra değişmek, ölmek demekti biraz da…
Merdivenleri bitirip sessiz sedasız çıktı dışarı. Hava soğuktu. Emektar paltosuna sıkıca sarınıp yakalarını yukarı kaldırdı. Tekrar yürümeye niyetlendiği sıra kaldırımın kenarında bekleyen, kendi yaşlarında, tuhaf bir adamla göz göze geldi. Yanıp sönen tabela ışıkları altında tanıdık bir sima, aşinası olduğu çizgiler aradı.
Hayır! Onu tanımıyordu Yaşar. Adam yine de gülümsedi. Sonra da yaklaşıp bir kabahat işliyor gibi konuşmaya başladı.
“İyi akşamlar. Yaşar Bey siz misiniz?”
Bu kibarlık! Gece yarısı, hem de böyle ikinci sınıf bir gazinonun önünde…
Senelerini harcadığı bu beş para etmez izbelerde; çeşit çeşit şarkıcının, türkücünün arkasında keman çalmıştı Yaşar. Sayısız insan görmüş, nicesini tanımış; fakat bir kez olsun adını böyle soran birine rastlamamıştı. Aslına bakılırsa adını pek soran olmazdı. Hatta sigortası bile yoktu Yaşar’ın. Çoğunun gözünde, o kadarlık bir adamdı işte.
Gözlerini iyice açıp cevap verdi adama.
“Buyurun, benim…”
Kibar adam bunu duyar duymaz elini ceketine götürdü. Üzerinde uzunca bir adres yazan, küçük bir kartvizit çıkarıp ileri doğru uzattı. Mühim bir mesele hakkında görüşmek istediğini, yarın bu adrese mutlaka beklediğini söyledi. Sonra da öylece çekip gitti.
Bir an kalakaldı Yaşar. Hiçbir şey soramadı. Elindeki kâğıda baktı sadece. Öncesinde hiç duymadığı bir isim okudu.
“İhsan Semiz”
Artık emindi Yaşar. Onu tanımıyordu…
Aklından türlü ihtimaller geçirip, gecenin karanlığını yara yara, Fatih’e, soğuğunu elektrik sobasıyla kırdığı bekar evine ulaştı. Vaktiyle bit pazarından aldığı yün yorganına sarınıp nihayet zar zor uyudu.
Ertesi sabah kalktığında üç beş zeytin buldu dolaptan. Poşetin dibindeki bayat ekmeğin arasına koyup uzun uzun çiğnedi. Çay demlemeye üşendi yine. Bir iki bardak suyla boğazını yumuşatıp peş peşe birkaç sigara içti. Hızlıca giyindi ve sokağa attı kendini. Akşama çok var diye düşündü. Bu yüzden de yürümeye karar verdi. Önce Beyazıt’a çıktı. Ardından Süleymaniye tarafına dolanıp Mısır Çarşısı önüne indi. Yolda birkaç kez durup dün akşam cebine sokuşturduğu kartviziti çıkardı. Gözünün tuttuğu birkaç adamı durdurup yolu sordu. Dönüp dolaşıp Ayrancı Yokuşu’nu buldu sonunda.
Arnavut kaldırımlar, iki yanı boydan boya çevreleyen konaklar, cumbalar, mazgallar, kapı tokmakları… Sokağı görünce dünkü adamın ancak böyle bir yere ait olduğunu geçirdi içinden. Sırtına vuran öğle güneşinin keyfini sürmek için ağır ağır çıktı yokuşu. Sakin, bomboş yol ortasında yürüdü. En tepede; avlusu yüksek duvarlarla çevrili, üç katlı, ahşap bir köşkün önüne varınca durdu.
Kısa bir tereddüt, derin bir nefes…
Nihayet kapıyı çaldı.
***
Çocukluk hatıralarını saklayan bu köşke geri döndüğünde Necip Bey’in yaşı neredeyse doksana varmıştı. Çok zengindi Necip Bey. Haddinden fazla zengindi. Boğazda kürek çeken balıkçıların her sabah önünden geçtiği, sahibinin kim olduğunu merak edip hakkında okkalı küfürler savurdukları yalılarda senelerce yaşamış; ömrünü şatafat içinde tüketmişti.
Şimdi ise ölüyordu. Ya da en iyi ihtimalle, yakında…
Henüz konuşabilecek kadar iyiyken, aniden vermişti bu kararı. Baba ocağına, Ayrancı Yokuşu’ndaki bu eski köşke taşınacaktı hemen. Tıpkı yaşlı bir hayvan gibi… Kalabalıktan, gürültüden, patırtıdan kaçacak ve usulca köşesine çekilecekti.
Bir hafta içinde hazırladılar köşkü. İşe yarar birkaç hizmetçi ayarlandı. En kıymetli adamı İhsan’ı da yanına alan Necip Bey, çok geçmeden köşke yerleşti. İlk zamanlar her şey yolunda gitti aslında. Torunlar, çocuklar, eş dost… Ara sıra yanına uğramışlardı. Fakat ne vakit ihtiyarın sıhhati bozuldu, her şey birden değişiverdi. İyice el ayak çekildi köşkten. Yaşlı adam artık saatlerce, hatta bazen günlerce kendinden habersiz uyuyor; uyandığı o nadir anlarda ise zar zor birkaç kelime edebiliyordu.
İki gün önce, yine böyle yarı ölmüş bir hâldeyken aniden uyandı ihtiyar. Gözlerini açar açmaz İhsan’ı sordu. Yalvarır gibi baktı adamın yüzüne. Günler sonra kıpırdayan dudaklarından birkaç kelime fısıldadı. Neyse ki İhsan anlamıştı durumu. Hiç beklemeden, hemen o gün sorup soruşturdu. Yaşar’ın çalıştığı mekânı öğrendi birilerinden. Ertesi gece onu görür görmez anlamıştı İhsan. Yaşar, kesinlikle aradığı adamdı.
***
Tepeden sarkan Barakat avizesi, yerde Hereke dokuması yeşil bir halı, sağa sola saçılmış, hepsi Abdülhamid devrinden kalma antika eşyalar ve işlemeli mobilyalar… Yaşar bu manzarayı görünce bir mabede girmiş gibi içine kapandı. Yandaki küçük odaya aldılar onu. Tek başına beklerken burada ne aradığını sorup durdu kendi kendine. Çok beklemesi gerekmedi neyse ki. Kapı hafifçe vuruldu ve İhsan, usulca girdi odaya.
Ufak bir hâl hatır faslı… İhsan, önce üst katta yatan Necip Bey’den bahsetti kısaca. Ardından lafı hiç dolandırmadan öylece mevzuya girdi.
“Sizden beyefendi için çalmanızı istiyorum. Daha doğrusu, bunu isteyen bizzat kendisi… Bilhassa kemaneyi çok severdi.”
Henüz hayatta olan biri için “severdi” denmesi, tuhaftı. Hiç düşünmeden, hemen oracıkta, her şeyi kabul etti Yaşar. Etmesi de gerekirdi zaten. Zira biraz sonra odanın diğer köşesine vardı. Kitaplığın bir bölümüne sırlanmış, ihtimamla saklanmış plakları gördü. Sonra içten içe düşündü. Bu kadar eski makamları çalan birini bulmak, İstanbul’da bile zordu artık.
İlk gün hiçbir şey çalmadan, hatta ihtiyarı bile göremeden köşkten ayrıldı Yaşar. Avlu kapısına kadar onu uğurlayan genç, nezaketle bir zarf tutuşturdu eline. En son ayrılırken de sıkı sıkı tembihledi.
“Bizden haber bekleyin lütfen.”
Söyleneni yaptı ve bekledi Yaşar. Hem de üzerinde bir saatli bombayı taşır gibi bekledi. Sık sık cebinde gezdirdiği, tuşları silinmiş telefonuna gidip geldi gözleri. Hele gazinoda… Gürültüden duyamam diye ikide bir çıkarıp baktı yeşil ışıklı ekrana. Tam da ümidi kestiği bir vakit, nihayet çaldı telefon. Allah’tan evdeydi. Kemaneyi kapıp doğruca fırladı sokağa. Bulduğu ilk taksiye atladı. Köşke varınca onu apar topar üst kata, Necip Bey’in odasına götürdüler.
İhsan içeride, yatağın hemen yanına dikilmişti. Bakışlarını asırlık bir çınar gibi uzanan ihtiyara çevirmiş, öylece bekliyordu. Yaşar bir an ne yapacağını bilemedi. Utanır gibi sağa sola bakındı. Ardından yaşlı adamın yarı açık gözlerini fark etti. Puslu, deniz mavisi ve yorgun bir çift göz… Onları görünce ne yapmak gerektiğini anladı. Tek kelime etmedi Yaşar. Altına hemen bir iskemle çekti, kemaneyi çıkardı, dizine koydu ve rast makamından uzunca bir taksim çaldı önce. Es vermeden nihavende, oradan da hicazkara geçiş yapıp ustaca birbirine bağladı. Kemanenin sesi, ağlayan bir derviş gibi odanın içinde dönüp durdu bir süre. Yaşar; tıpkı susamış bir bedevi misali gözlerini kapıyor, kana kana kendinden geçiyor, senelerdir sarhoş kusmuklarına heba ettiği namelerini bu kez hak ettiği yere teslim etmenin hazzını tadıyordu. Gitgide her şey, bir bir kaybolmaya başladı. Ne oda kaldı ortada ne köşk ne hayat ne de ölüm… Hepsi silinip gitti sanki.
Kış geldi sonra.
Boğaz, beyaz yorganına sıkıca sarındı. Kaldırımlar buz tuttu; ayaklar üşüdü, ıslandı, yürüdü… Yine de Ayrancı Yokuşu’na gelip gitmek pek öyle zor gelmedi Yaşar’a. Ne vakit bir telefon sesi duysa fark etmedi onun için. Sabahın beşi, gündüz ortası, akşamın darı… İhtiyar adam ne zaman kendine geliyorsa yola düşmek için en doğru vakit, işte o andı. Birkaç kez gazinodan erken çıkmak bile gerekti. Neyse ki birkaç paket sigaraya bağladı bu işi Yaşar. Ne de olsa cebi biraz para görüyordu artık.
Bahar geldi sonra. Ayrancı yokuşu üzerine salınan dallar iyiden iyiye erguvan rengine boyandı. İhtiyar adam sanki olup bitenin kokusunu duyar gibi, derin uykularından daha çok uyanır oldu. Yaşar; baktı ki olacak gibi değil, kemaneyi köşke bırakmakta buldu çareyi. Eskisinden daha sık, daha aşkla gelip gitmeye; elindeki yayı uzun uzun çekip ihtiyarın yüreğindeki kapanmamış yaralara merhem sürmeye çalıştı.
Ve bir haziran seherinde öldü Necip Bey.
Birkaç hafta geçti. Yaşar’ı arayıp köşke çağırdılar. Ayak üstü tuttular bu sefer. Emanete bıraktığı kemane ile bir zarf tutuşturdular eline. Kemaneyi aldı Yaşar. Zarfı da cebine koydu. Bahçeden çıkarken en son arkaya, üstteki odanın camına baktı. Emlakçının tabelası asılmıştı çoktan.
Ağır ağır yürüyüp Fatih’e döndü. Eve vardı. El ayak altından kaldırmadan evvel kemaneyi alıp dizine koydu ve çok eski zamanlardan bir hüzzam taksimi geçti.
Son bir kez…
Bir Fatiha okur gibi üstelik…
FARUK YILDIZ