“- Tespihli Abi Mustafa Demir’e -”
Yağmur yağıyor… Böylesini hiç sevmem! Bir başladı mı, ince bir hastalık gibi her yana yayılır bu damlalar. İnsanın ruhuna, iliklerine kadar işler. Sahipsiz bir duvar misali, içten içe çürütür adamı.
Akşamüzeri…
Ağır ağır yürüyoruz ninemle. Beraber evden çıkmadan önce anlatmıştı biraz. Birkaç sene evvel bir köylümüz gelip yerleşmiş buralara. Şimdilerde evin adamı çok hastaymış. Kötü hastalıkmış üstelik. “Sevaptır…” diyor en son. Edecek söz bırakmıyor ve alelacele yola koyuyor beni.
Etrafımız sıvasız, nizamsız, eski evlerle çevrili. Desenli perdelerin, sararmış tüllerin arasından süzülen loş ışıklar sokağa düşüyor. Bacalardan eğreti dumanlar yayılıyor etrafa. Her şeyi kasvete bulayan biraz da bu kömür kokusu aslında.
Yürüyoruz…
Ninem iki katı, sarı badanalı bir harabenin önünde durup “Burası!” diyor. Yönümü çevirip yarı açık, eski, ahşap kapıdan bahçeye doğru bakıyorum. Kimsecikler yok. Hiç beklemeden, usulca giriyoruz içeri. Üst kata çıkmak için ıslak merdivenleri adımlıyoruz.
Doğrusu buraları, bu izbe sokakları pek bilmem ben. Çocukken belki gelip geçmişliğim vardır bu yoldan; lakin onu da pek hatırlamam. Ne de olsa otuz seneden fazla oluyor biz memleketten göçeli. Senede üç beş gün gelmekle olacak iş değil. Unutuyor insan. Zamanla sıla da gurbet de birbirine karışıyor.
Kapıyı vuruyoruz. Ufak tefek, başına beyaz bir yaşmak sarınmış ihtiyar bir kadın açıyor kapıyı. Bizi görünce yüzü gülüyor. Ama gözleri… Asla! Onun puslu gözleri soğuk köy odalarında mavili, yeşilli, kırmızılı satenle sırınmış yün yorganların altında senelerce yaş dökmüş, buna eminim. Şimdi aynı yorgan içeride, odanın köşesinde yatan hastanın üzerine serilmiş. Islak bir toprak misali… Yavaş yavaş, sessizce, şimdiden defnetmeye başlamışlar onu.
İçeri giriyoruz. Orta yerde, kilimden bozma, rengi uçmuş bir halı duruyor. Rutubet lekeli duvarda eski usul bir takvim asılı. Yapraklarına nicedir el sürülmemiş. Pencere tarafında ufak bir soba yanıyor. Yanıyor; lakin kendine bile hayrı yok. Bu manzarayı görür görmez anlıyor insan. Hayat, çoktan el etek çekmiş bu evden. Geriye de işte böyle bir yıkıntı bırakıp gitmiş.
Selam faslı bitince göz ucuyla işaret edip “Nasıl?” diye soruyor ninem.
“Nasıl olsun…” deyip iç geçiriyor öteki.
Bana kalsa tek kelime etmez, öylece susar, çekip giderdim bu evden. Ama kadınlar konuşuyor. Kadınlar böyledir çünkü. En büyük kederleri bile kolundan tutup karşısına alır, konuşur, dertleşir, her daim hayata açılan bir kapı bulurlar.
Onlar konuşuyor, bense susuyorum.
Bir zaman sonra hastanın parmakları hafiften kıpırdıyor. İnceden inceye de inliyor sanki.
“Uyandı…” deyip sözü yarıda kesiyor ev sahibi ihtiyar. Yerinden kalkıp bir bardak suyla geri dönüyor. Yorganı sıyırıp hastayı ensesinden yakalıyor. Tek hamlede tutup bu işi nicedir yaptığını gösteren bir maharetle kaldırıyor adamı.
O an görüyorum yataktakinin yüzünü. İçmeye çabalayıp beceremediği su titreyen çenesinden süzülürken… Tanıyorum onu!
Etsiz yanaklarına, dökülmüş sakallarına, buruş buruş derisine, feri kaçmış gözlerine rağmen… Tıpkı unutmaya çalıştığım bir rüya gibi hatırlıyorum onu.
Cevat bu! Katırcı Cevat! Köyün bütün yükünü katırına yükleyip bir başına taşıyan Cevat…
Vaktiyle yol varmayan orman diplerine, en ücra bahçe köşelerine iner; çuval çuval yük taşıyıp köylünün işini görürdü bu adam. Bizim dere yanındaki bahçeye de gelirdi her sene. Öğlene doğru nal sesleri duyulur, az sonra da patikanın ucundan görünürdü. Her seferinde fırsatını bulup yoluna çıkardım. Bir kuytuya geçer, yeşillikler arasından onu ve peşine taktığı hayvanın ağır ağır gelişini seyrederdim.
O vakitler şimdi gördüğüm gibi değildi Cevat. Uzunca bir adamdı. Zayıf, kemikli vücuduna geçirdiği beyaz gömleğinde üstten bir iki düğme mutlaka açık bırakır, tütün sarısı pos bıyıklarıyla kırarmış kirli sakalları hiç değişmezdi. Arada bir saçları rüzgârda dağılınca ağır ağır elini götürür, başını geriye doğru sıvazlardı. Gömlek cebinde mutlaka bir mendil taşır; gölgeye geçti mi ensesini, yüzünü, alnını bununla siler; işi bitince de katlamadan tekrar cebine tıkıştırırdı. Sonra elini diğer cebine götürür, bi Maltepe çıkarıp yakar, aheste aheste tüttürürdü. Bu merete çok tutkundu belli ki az sonra kalkıp çuvalları semere sararken sigarasını ağzında tutar, elleri iş gördüğünden ikide bir külün kendi başına düşmesine müsaade ederdi.
Az konuşur, hiç gülmez, çok gerekirse şöyle bir tebessüm edip geçerdi.
Evvelden de böyle miydi yoksa meşakkatli bir hayat mı onu bu hâle getirmişti, hiç bilmezdim. Kimseye sormazdım da… Hakkında pek konuşan olmazdı çünkü. Olur da laf ona kadar uzanırsa zaten birden sesler kısılır, kelimeler daha bir ihtimamla seçilir, uygunsuz bir meseleyse de mevzu çabucak kapanırdı.
Ben o vakitlerde ilkokul çağındaydım. Pazar sabahları erkenden kalkılan, evin baş köşesindeki televizyonun karşısına geçilen, üstündeki danteli kaldırıp telaşla düğmesine basılan seneler… Her pazar bıkmadan, usanmadan, yorulmadan pek çok çocuk gibi yapardım bunu. Kendimi böyle hayale teslim eder, gözümü kırpmadan ekrana dalıp kovboy filmleri seyrederdim saatlerce.
At üstünde, uçsuz bucaksız ufuklarda dolanan yalnız ve sert adamlar… Onları gördükçe mest oldurduk, yalan yok. Hele dört nala koşturan atlar yok mu? Ne güzel, ne asil bir hayvandı. Fakat hiçbiri, en afili olanı dahi, bi Katırcı Cevat kadar etmezdi gözümde. Kimse, onun kadar olamazdı. Gerçekti zira Cevat, kanlı canlı bir adamdı.
Bu iş böyle senelerce sürüp gitti. Cevat önde, katır arkada dağ tepe dolandılar köyün patikalarını. Sonra zaman geçti, yazlar bitti, her şey gibi bu da değişti sonunda. Bir güz sabahı köye bir kepçe gürültüsüdür peyda oldu. Bir sene demeden kepçe, dağı taşı yarıp her yana uzattı kollarını. Arşın arşın yollar açtı dağlara. Sayesinde uzaklar yakın, işler daha kolaydı artık.
Kime göre!..
Çok geçmedi, bir haber geldi köyden.
“Cevat” dediler. “Katırı vurmuş!”
Nasıl!
Eline bir tüfek almış, karşı tepede bir çukur açmış, sonra da tetiğe basmış işte… Zavallı hayvanın canını oracıkta almış. “Neden?” diye soran olmuşsa da “Devri kapandı!” demiş, kestirip atmış.
İşte o günden sonra bir daha adını anmadım ben bu Cevat’ın. Bir kez olsun anlamadım onu, bir kez olsun affetmedim. Ve pazar sabahları yataktan hiç erken çıkmadım.
Ruhum daralıyor. “Bi hava alayım ben.” deyip atıyorum kendimi balkona. Yağmur hızlanmış. İçeri bakıyorum. Cevat karşıda, yatakta, öylece duruyor.
Hayır! Bu o değil. Bu aciz, can çekişen adam değil benim bildiğim Cevat. Sonu böyle olmamalı, böyle bitmemeli. İçimden geçeni okur gibi usulca açıyor gözünü. İlk kez göz göze geliyoruz. Tanıdı mı acaba? Zamanı durduran bir acıyla baş başa kalıyoruz. O an anlıyorum! O katırı öldüren Cevat değil, köye dadanan kepçenin gürültüsü.
Anlıyorum! O da istemedi aslında böyle olsun.
Anlıyorum…
Her güzel şey, vakti geçmeden ölmeli.
O halde…
“Vakit daha da geçmeden” diyorum içimden. Bir tüfek bulmalı ve bu herifi hemen burada vurmalıyım!
İşte böyle… Devran dönüyor ahali! Yeni yeni yollar açılıyor memlekette, devir değişiyor.
Ve Cevat, o dağ gibi adam, can çekişen bir at misali, yavaş yavaş ölüyor…
FARUK YILDIZ