Taşrada büyüdüm ben. Fakülteyi kazanıp Ankara’ya gidene kadar da Anadolu’nun bu kendi hâlindeki kazasından dışarı adımımı atmadım. Yirmi sene öncesini düşünce bu dediğim insanı toy bırakmaya pekâlâ yeter. Dünya o vakitler, başka bir dünyaydı çünkü.
Fakültede ilk senem. Ankara’ya geleli daha birkaç ay olmuş. Yaşadığım ilk şaşkınlık geride kalmış, koca şehrin çarklarına alışma gayretindeyim. Okuldan yurda nasıl gidilir, hangi otobüse nereden binilir, nerede yenir, arkadaşlar nerede beklenir yavaş yavaş çözüyorum meseleyi. Birkaç tuhaf kayboluş macerasından sonra metro istasyonlarının benim için büyük bir veli nimet olduğunu anlıyorum. İnsan, o durakların birinde indi mi dilediği gibi gezip dolaşsın, bir şekilde dönüş yolunu bulabilir. Yeter ki metroya tekrar ulaşsın. Gerisi kolay…
Beşevler, Cebeci, Kurtuluş… Her boş vakitte kendimi ayrı bir durakta buluyorum. Yalnızca görmek için karış karış geziyorum Ankara’yı. Amaçsız, başıboş, avare… Sokaklarda sürtme hakkımı kullanıyorum. Yine metrodayım. Gözüm tepede durakların yazdığı küçük tabelada. Mütevazi gezintilerimden birini yapmak için kendime yeni bir yer ararken Dikimevi’nde karar kılıyorum. Tren duruyor, küçük kalabalığın arasına karışıp iniyorum. Herkes ne yana gideceğinden emin, yürüyüp uzaklaşıyor yanımdan. Bense küçük bir karar anından sonra çıkıyorum dışarı. Hava güzel, dik yokuş tam karşımda. Caddeye doğru yürümeye başlıyorum. Çok geçmiyor, iki kişi bitiyor karşımda. İkisi de benden belki birkaç yaş büyük, iki genç adam. Öndeki iyice yanaşıyor. Belli ki bir diyeceği var. Belki de adres soracak diye düşünüyorum. Asıl dikkatimi çekense öteki. Diğeri omzunda küçük bir ağaç motoru taşıyor. Bir köy meydanında, işine gücüne giden bir adam gibi, hem de Ankara’nın göbeğinde… Tuhaf olmasına tuhaf geliyor ama yadırgamıyorum. Memleketi mi özledim yoksa? Takım elbiselerin, resmi binaların arasında var olmaya çalıştığım bu günlerde küçük bir şizofrenik yanılsama… Hayır, hayal falan değil. Delikanlı gayet nazik. Selam bile vermeden önce özür diliyor ve ardından mahcubiyet dolu bir hikâye anlatıyor. “Kardeş…” diye başlıyor söze. “Biz çalışmaya geldik buraya. Memlekete döneceğiz ama yol iz bilmeyiz. Para da alamadık adamdan, kaldık burada…” Nasıl da güzel konuşuyor. Her bir mimik, ayrıntılar, her bir kelime… Şiir gibi akıp gidiyor. İkide bir diğerinin omzundaki motora kayıyor gözüm. Utanıyorum öyle dik dik bakmaya. Üzülüyorum. “Mecbur kalmasa…” diyorum içimden “böyle ister mi adam?” Keyfim kaçıyor. Sözünü bitmesini beklemeden elimi cüzdanıma götürüyorum. Bana zar zor yeten param üzerine ufak bir muhasebe yapıp belki bir otobüs biletine yetecek kısmını genç adama uzatıyorum. Alıyor, hızla uzaklaşıyor. Keyfim kaçıyor, geziyi kısa tutup dönüyorum yurda. Akşam bizim çocuklar “Hayırdır? diye sorunca eteğimdeki taşları döküyorum. Gariban iki adamdan söz ederken içlerinden biri basıyor kahkahayı. “Ulan inandın mı yoksa? Herifler her gün sokakta, dileniyorlar işte… Allah bilir para da verdin sen.” Dilenci mi? Böyle mi olur dilenci dedikleri?.. İnkâr edecek hâlim yok. Verdim… Yalanın böylesine hiç şahit olmamışım çünkü. Birinin başkasını böyle aldatacağını aklımın ucundan geçirmemişim. Bu yaşananlar bana iyi bir ders oluyor. O günden sonra dilencinin her türlüsü benim için yok hükmünde. Her biri ayrı bir sahtekâr benim için. Cami çıkışında buruş buruş plastik poşetler uzatıyorlar dönüp bakmıyorum artık. Sokak köşelerinde, merdiven başlarında, alt geçitlerde her yerde görüyorum onları. Gözüme batıyorlar. Kadınlara, kucaklarında yarı baygın yatan çocuklara dahi acıyıp üzülmek gelmiyor içimden. Olacak bu ya okulu bitirmeye yakın, yine iki tanesi yoluma çıkıyor. Bu kez hikâyeleri başka tabii. Anlatmaya başlıyor hemen ama dinlemeye dahi tahammülüm yok. Yürümeye devam edecekken kolumdan çekiştiriyor biri. “Ulan!” deyip -ömrümde belki de ilk kez- adam gibi bir yumruk savuruyorum. Sıyırıp geçiyor suratını. Öteki üzerime atılacak, kaçıp uzaklaşıyorum.

Dilenmekten gasp etmeye uzanan bu silsileli pervasızlık yüzünden seneler içinde dilenci takımından iyice tiksinir oldum. Okuldan sonra vazifeye başladığım ilçede bu meseleden yakayı sıyırdım sanıyorum. Oysa ne mümkün…
Tuttuğum bekar evi ile çalıştığım daire arasında bir köprü var. İlçeyi boydan boya bölen ırmaktan karşıya geçmek için her sabah ve her akşam bu köprüde yürümeliyim. “Onu” işte bu köprüde görüyorum. Daha ilk iş günümde, heyecanlı adımlar atarken, uzaktan varlığını fark ediyorum. Köprünün diğer ucuna dikilmiş, avcunu belli belirsiz uzatmış, tek kelime konuşmadan, gün boyu bekliyor. “Bi dilencimiz eksik!” diyorum içimden.
Yeni hayatımda yer vermek istemediğim bir ayrıntı olarak yerini alıyor. Açtığım tertemiz sayfada küçücük lakin can sıkıcı bir leke. Neyse deyip geçiyorum yanından. Ertesi sabah yine aynı yerde duruyor, sonraki gün de… El açtığı köşeye hiç yaklaşmıyorum ama az buçuk aşinalık başlıyor. Göz ucuyla gide gele eşkâlini çıkarıyorum. Ufak tefek, belki sıska bir çocuk kadar ince bir vücut… İki ayrı peştamalla sardığı vücudu bir çeşit bastona ya da küçük bir korkuluğu andırıyor. Yaşlanmış, bakımsız, buruş buruş bir deri… Başındaki örtünün içinde kaybolmuş belirsiz bir sima… Sabahları köprüye onu orta yaşlı bir adam bırakıyor. Belki de oğludur. Birkaç kez rastlıyorum ikisine. Kırmızı, eski model, yan sepetli bir motosiklete binmiş, şehrin göğsünü yaran bir gürültüyle yanımdan geçiyorlar. Adam, ihtiyarı eklediği bölmeye oturtmuş gayet pişkin… Tam bir ay böyle geçip gidiyor. Pek çok yeni şey oluyor yeni hayatımda. Cebim biraz para görüyor, birden yürüyüşüm değişiyor, kafam bile sanki başka çalışıyor artık. İlk maaş günümde her zamankinden erken kalkıp evden çıkıyorum. ATM’den biraz para çekip cüzdanıma koyarken keyfim gayret yerinde. Baya baya kabarıyor göğsüm. Bir ay çalıştım, hak ettim ben bu parayı diyorum. Köprüye çıkıyorum. Cebinde, son kuruşuna kadar emek verdiği paranın sıcaklığını duyan bir adam gibi yürümeye başlıyorum. İhtiyar dilenci yine aynı yerde çoktan beklemeye koyulmuş. Yaklaştıkça içimde bir hırs köpürüyor. İnsan, istemek için önce emek vermeli diyorum. Bu defa ne yapacağımı biliyorum ama. Şöyle bir an da olsa karşısına geçmek, yüzüne dik dik bakmak, onu utandırmak geliyor içimden. “Ayıp be demeli, yazık be demeli” diyorum. Adımlarım sıklaşıyor. Olduğu tarafa ilk kez yürüyüp gözümü gözüne mıhlamaya, gecikmiş bir hesaplaşmaya hazırlıyorum kendimi. Birkaç adım kala kaşlarımı çatıp yüzümü buruşturuyorum. Hışımla kafamı kaldırıp birikmiş öfkemi kusacak bir çift göz arıyorum. Arıyorum, arıyorum… Ama yok! Aradığım o gözler yok! Yok, yok yok!… Aman Yarabbi!… Nasıl olur bu? Nasıl olmaz! Bir insanın yüzünde bir çift göz nasıl olmaz? Bir sima, görmeye yaramasa bile bir çift gözden nasıl mahrum kalır? Oysa bu zavallı ihtiyar doğuştan böyle yaratılmış hissi veren bir hakikatle karşımda duruyor. Bir an nefes almayı beceremiyorum. Göğsümde taşıdığım öfke bir anda tüm bedenime, hücrelerime kadar yayılıyor. Hislerim allak bullak oluyor. İçimde bir parça kopuyor, yüreğim eziliyor sanki. Bir çift göz istiyorum beni ayakta tutacak. Bulamıyorum. Zar zor atıyorum kendimi tırabzanlara. Sert bir sabah yeli yüzümü dövüyor. Aşağı, koca ırmağın usul usul akışına dalıyor gözüm. Tutamıyorum, yanağımdan iki damla süzülüp ırmağa karışıyor. Ve ben ihtiyar bir dilencinin yanında herkesten gizli ağlıyorum.
Kimse görmüyor. Yalnızca ırmak…
***
FARUK YILDIZ